Selam Kral! Başkan, Önder, Lider, Reis, Yol Gösteren, Ulu Manitu!

Bir süredir gelene “ağam” çekiyorum, gidene “paşam”. Birine sadece ismiyle seslenmek arada mesafe varmış hissi veriyor, sevmiyorum. Şahsen mesafelere inanmıyorum, ben istiyorum ki hep sıkı fıkı olalım. O nedenle de kadın erkek farketmez; gördüğüme yapıştırıyorum Kral’ı, veriyorum Başkan’ı…

Herkesin tıpkı kendisine yakıştırdığı gibi biricik hissetmesinde azcık katkım varsa ne mutlu bana! Tabii ki kendimi buna adamadım ama sana Kral demişim, Başkan demişim çok mu be Kral? Sen Kralsın, işte o kadar!

Kral, ilgin dağınık biliyorum. Yazı okumaktaki sıkıntıların konusunda birtakım lakırdılar duyuyorum. Ortalama dikkat süresi artık basketbol için bile çok kısa bir süre, maçı çevirmeye yetmez. Seni kaybetmemek için hemen bir ilginçlik yapmam gerekiyor. İZLANDA’DA DEMİRYOLU SİSTEMİ YOKMUŞ, İNANABİLİYOR MUSUN?

Belki arada böyle alakasız bilgi verirsem bende kalırsın. Anda kal, bende kal ve lütfen “Bu bilgiyi ne yapayım şimdi?” deme. Senin bu dikkat süren yüzünden herkes kendini deli etti. Farkettiysen ortamda sadece ilginçler dikkat çekiyor; renkli giyinenler, çok bağıranlar, aşırı agresifler, psikolojik rahatsızlığı olduğunu iddia edenler derken herkes senin ilgini çekmek için mecburi Teletubbies’lik hizmeti veriyor. Tinky Winky, LaLa diye diye geziyorlar ortada.

“Ben manyağım”, “Ben çılgınım” demek bile kesmiyor; ilgi fukaralığında iş en sonunda “En orospuçocuğu benim!” demeye kadar geldi be Kral. Dur şimdi bakma Twitter’a, oynama telefonunla, bir elin ayağın rahat dursun! Kralsın sen, lütfen artık bir kralmış gibi davran. Adamlar senin yüzünden kendilerine neler diyor, şu zavallılara bakar mısın? ALMAN PASTASI İSMİNİ SAMUEL GERMAN İSİMLİ BİR AMERİKALI PASTACIDAN ALIYORMUŞ.

Bilgini de verdiğime göre devam edelim, ne diyorduk? İlgi artık para ediyor. Yeteri kadar ilgi çeken herkes zengin olabilir; gerçi en iyi yatırım her zaman gıda işi derlerdi ama onun bir sürü algısı vergisi var be Kral. O nedenle ilgi dilenmek ve yeterince ilgiyi çekince bunu paraya tahvil etmek en güzeli ama şimdi düşününce, bizi oyalayacak bir şeylerin bu kadar para etmesi normal mi?

Mesela bir fenomen var, onun videoları her defasında benim de ilgimi çekiyor. “Babanın gece vakti parende atması”, “Yazlığı olan teyzenin kroşendosu” gibi kısa videolar çekiyor, beğenileri leblebi gibi topluyor. Ve bu çekilen ilgiye bir ürün yerleştirmek için de 1,5 milyon lira bedel istiyor… -Muş. (Daha önce ilginç bilgiler vermiştim, şimdi dedikodu mahiyetinde kulaktan dolma bilgilere geçtik.)

Ya bu ilgi neymiş böyle, sıfır model Fiat model arabalar son kampanya ile birlikte 800 bin liraya düşmüş. Yanlış anlama ürün yerleştirmiyorum, sadece örnek veriyorum. Bu adamın çektiği ilgi, bizi bir yerden bir yere götüren, düğünlerde gelin arabası olma kapasitesine sahip bir araçtan daha mı değerli? Ya araba bu, mühendisler çalışıyor onun her bir ayrıntısı için. Motoru, şanzımanı, iç tasarımı var da var…  Anne tarafı, ofis arkadaşı, tatil yoldaşı diye ilgi çekerek sen bu arabadan daha pahalı nasıl bir hizmet sunabilirsin be adam!

“Be adam” diyorum, ilgi baronları siz anlayın. Yoksa videolardaki beyefendi de kral, o da başkan, reis, önder, lider, ulu manitu ama… JAPONYA DIŞINDAKİ EN BÜYÜK JAPON POPÜLASYONU 1.6 MİLYON İLE BREZİLYADA İMİŞ. Yaaa işte. Hadi bu bilgiyi de cebine koy, yolun açık olsun kral! Seviliyorsun, baş taçısın. <3

Yumicik Gibisin Kardeşim

Seni sevmiyorum, Trend Taciri. Ne çıksa hemen orada bitiveriyorsun. Hiç kendine has bir fikrin varmış gibi gelmiyor bana. Sadece etrafına bakıyorsun; kalabalık neredeyse hemen orada, kıpır kıpır hareketlerinle dikkatleri üzerine çekiyorsun.

Yeni çıkan her şey seni adeta büyülüyor. Pandemi olur, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diye coşarsın. Evden çalışmak yaygınlaşır, üzerine hemen bir tez yazarsın. Aradan beş sene geçer, şirketler ofislere geri döner. Bu sefer daha önceki tezinin tam tersini savunmaya başlarsın.

Clubhouse’a doluşulur, sen hemen analiz yapmaya girişirsin: “İşte, yeni çağın iletişim biçimi!” dersin. Sonra Clubhouse çölleşir, kimse uğramaz olur ama sen ağzını açıp bir şey söylemezsin.

Hayatında hip hop nedir bilmezsin. Ama baktın Türkçe Rap revaçta, hemen kendini rap konserlerine atarsın. Bir de utanmadan, “Gençler neden rap yapıyor? Bu neyin isyanı?” diye fikirlerini bize bağışlarsın.

Yapay zekâ baş verir, yine sen heyecanlanırsın. Yapay zekâyla yapılmış bir video görünce ellerin yetmez, ayaklarınla alkışlarsın. Profil fotoğrafını tabii ki yapay zekâ ile yaparsın. Memoji garabetini zamanında ilk ve belki de tek kullanan yine sen olursun. Kripto para seni sincap yapar, bir çağ daha seninle açılır seninle yazılır. NFT maymununu ilk alan olmak için maymun gibi daldan dala koşan elbette ki senden başkası olamaz…

Dünya üzerinde üretilen her şey senin için bir deneyim. Sen de o deneyimin bir parçası olmaktan büyük keyif alıyorsun. Kendini, üretilen işlerin vazgeçilmez bir parçası olarak görüyorsun. Bu hevesin asla bitmiyor.

Yeri geliyor bir konserde, yeri geliyor bir festivalde, yeri geliyor stand-up salonlarında çipil çipil gözlerinle ilgini dileniyorsun. Söylemeye gerek yok; Netflix’te iki-üç komedyen izlediğin için tabii ki komedinin de uzmanı sen oluyorsun.

Ömrün, hamburgerin en iyisini aramakla geçiyor. Karşılaştığın her şeyi, sepete attığın ürünler gibi karşılaştırmaktan büyük zevk alıyorsun. En çok sevdiğin şey ise puan vermek. Sürekli bir şeyleri puanlamaya çalışıyorsun. Ama ayıptır söylemesi, sen kimsin Trend Taciri?

Harbiden eve avluya sokulmayacak birisin bence ama aldırma, neticede bu da benim “puanım,” Trend Taciri.

Çalınan Bütünlük

Kesin şimdi bunun kökenleri çok eskiye dayanıyordur, milattan önce iki binli yıllarda bile pazarlama böyle yapılıyordur ama ben ilk kez benim aklıma gelmiş gibi söylemekten çekinmeyeceğim! Zaten bu ülkede kimden çekinmemi bekliyorsunuz ki acaba? Yüksek Hızlı Tren yolculuğunda “Lütfen ayakkabılarınızı çıkarmayın,” diye anons yapılan bir yerde yaşıyoruz. Birbirimizden bu kadar da çekinecek bir ortam yok diye düşünüyorum.

Neyse, asıl düşündüğüm konuya geri dönelim. Eksik hissettirme artık öyle “Kapitalizm size ihtiyacınız olmayan bir ürüne ihtiyacınız olduğuna inandırır,” konusundan çok öteye taşındı. Kitaplar, filmler, içerikler hep aslında bir şekilde eksik bırakıldığımızı imleyip eğer bir gün gerçekten, ama gerçekten, istersek tam olacağımız havucuyla önümüze konuluyor. Sonra da bitmek bilmeyen bir eksiklik hissiyle ortamlarda salınıp duruyoruz.

Çalınan Dikkat. Neymiş, dikkatimiz çalınıyormuş da aslında o dikkatimiz tam olsa var ya… Üff… Kardeşim hani insanı insan yapan şey eksik olmaktı? Nerden çıktı şimdi bu dikkatimizin hepsinin tam, yani eksiksiz olması gerekliliği?

Sonra vay efendim neden herkes kendisinin en iyi versiyonu olmak için çaba çabalıyor? İzin vermiyorsunuz ki biraz eksik olalım, şu histen kurtulmanın beş yolu, anksiyeteye gelen 3 aktivite, ertelemeyi erteleyin, dağınıklığı kafada bitirin derken bizi de bitirdiniz.

Hayır bir de anlatılanlara göre her bir sorunumuz üç adımda, dört kulaçta ya da günde beş dakikada hallolabilir gibi duruyor. Kendimizin en iyi versiyonuna gerçekten bu kadar yakın mıyız ya? Demek ki çok da kasmaya gerek yok, böyle de idare ederiz gibi sanki…

Sadece eksiklik de değil; her gün sadece günde “şu” kadar vakit ayırarak kendinizin en iyi versiyonuna yeni özellikler de ekleyebilirsiniz. Gören de bizi bir app zanneder, sürekli yama ve eklentilerle güncelleme yapmak icap ediyor.

Genel iddialar bu yönde ancak sonuçlar genelde “sadece 10 dakikada enfes börek tarifleri”ni evde yapmaya çalışınca ortaya çıkan manzara ile aynı. Yine aynı şekilsizlik ve lezzetsizlik… Evet, sonunda ortaya yine bir börek çıkıyor ama böreğin hiç videodaki ile bir benzerliği var mı? Yok! Biraz gelişelim derken hoop yeniden eksiklik hissiyle birlikte yaşamaya devam ediyoruz.

Pir Sultan’ım der gözümde

Hiç hata yoktur sözümde

Eksiklik kendi özümde

Darına durmağa geldim

(Yazarımız, yani ben, yazının sonuna bir final bulamadığı için bu haftaki yazısını Pir Sultan Abdal ile mesaj veriyormuş gibi bitirmiştir. Anlayana…)

Zıt Olmanın Dayanılmaz Cazibesi

Vay kardeşim benim, demek zıttın yok? Kusura bakma, demek ki sen de yoksun. Birileriyle zıt düşmüyorsan yaşamanın ne anlamı var? O halde yapman gereken kuşkularından arınmak. Eğer kuşkucu olursan sürekli herkese hak vermeye başlayabilir, sonunda birilerinin tam zıttı mevzilerde durmadığın için yok olabilirsin. Geçmiş olsun, çok da iyi biriydin.

Dikotomi. İlk bakışta Fenerbahçe Basketbol takımında yer alan bir basketbolcu ismi gibi. Bugün Dikotomi 36 sayı atmış desem kim yadırgar? Rasim Ozan Kütahyalı. Kesin çıkıntılık yapar, sever böyle şeyleri. Dikotomi yerine Türkçe olarak “ikileşim” şeklinde kullananlara rastlanmış. Bir bütünü karşıt iki unsur haline getireceksin ki, ikileşim olacak sana etkileşim.

Neden önemli zıddının olması? Niye mühim bu dikotomi meselesi. Çünkü taraf olmazsan bertaraf olursun ama asıl taraftarın olmazsa bu fani dünyada silikleşir hayalet olursun. Taraftarının olması için de yığınların seni “bir inancın yüceliğinde bulması” gerekiyor. İnancın yüceliğinde diyorum, zira senden taraf olmaları için sana inanmaları gerekir. Sana inanmaları için de onlara güçlü karşıtlıklar yaratmalısın. Yok öyle üç kuruşa beş köfte; “tavuk eti yiyen şerefsizdir,” dersen ama işler değişebilir. Köfte konusunda mesafe sağlayabilirsin. Üçe beşe bakmayacaksın tabii ilk etapta.

“Herkesin inandığı bir şey vardır bu a… k… hayatında. Benimki de sensin ne yapayım.” (Kader filminden bir replik.) İşte tam olarak böyle inanmalılar sana. Böyle yenilmez bir inanmışlık karşısında artık gerçeğin önemi kalmaz, ki zaten gerçeğin herhangi bir önemi de pek yok ne yazık ki… İstediğimiz her türlü bilgi her yerde bizi bekliyor, sadece inanmak istediklerimize göre gidip ihtiyacımız olanı bulmak yeterli.

Ardından tek yapman gereken bile isteye inanmayı tercih ettiğin bilgilerle kendine önce yeni zıtlar, hemen akabinde yeni taraftarlar yaratmak. Sonra da taraftarların ve senin inanmadığınız bilgilere inanmayı tercih etmiş kalabalıkları bulup karşılıklı zıtlaşarak birbirinizi var edeceksiniz.

İşte bu kadar! Hadi şimdi uslu uslu birbirinizi var edin bakayım. İyi ki varsınız.

Taşa Yazı Yazsam Suyunu Çıkarırım

Taş üzerine yazmak hiç de pratik değil ancak binlerce yıl sonrasına mesaj bırakmak istiyorsan en geçerli yol halen taş tablet olarak gözüküyor. Ha, “Peki taş tableti nerden almalıyım?” dersen, ona bir öneride bulunamam. Keşke çok iyi bir taş tabletcim olsaydı da “Arif abime benim ismimi ver, hemen sana yardımcı olur,” diyebilseydim. İsmimin bir yerlerde ‘çok yardımcı’ olmaya yarayan bir kullanım alanı var mı? Açıkçası hiçbir fikrim yok…

Fazla uzaklaşmadan konuya hemen geri dönelim; deftere yazmakla, matbaadan çıktı almakla, dijitale iz bırakmakla gelecekte kendine yer falan bulamazsın. Öyle 50-100 sene ile sınırlandırma kendini, bunun daha büyük felaketleri var. Apokaliptik ortamları var ve ben sana her türlü badireden sıyrılıp binlerce yıl dayanan tabletlerden bahsediyorum.

Yapman gereken öncelikle pürüzsüz bir taş bulmak ve sonra da var gücünle mesajını ittire kaktıra taşa kazımak. Öyle çok uzun uzadıya yazmaya çalışma yoksa kolun kopar. Sonuna gelmeden perişan olursun. Hem gelecektekilerin uzun yazıyı okuyup okuyamadığına dair bir bilgi de yok elimizde. Kısa net mesajlar olsun, zira herkes geleceğe tabletle mesaj bırakırsa muhtemelen bu tabletleri bulanlar bir yerden sonra sıkılacak ve okuma süreleri çok kısalacak.

Belki de o yüzden yapılması gereken taş tabletlere yazı yazmak değil, mağaraya resim çizmek. Hem zaten geleceğe her dil ulaşmıyor ama resim öyle mi? Bak, Sümer tabletlerine yazılmış dilleri çözmek için yıllarca uğraşıldı, Hitit tabletlerinden bir cümle çıkaracaklar diye insanlar ziyan oluyor. Gotça diye bir dil var ama anlayan var mı? Yok.

Halbuki mağara resimleri öyle değil; çiz derdini kaleminin döndüğünce ve ulaştır mesajını geleceğe. Hiç öyle bana “Ben çöp adam bile çizemem,” veya “Abi kim uğraşacak şimdi!” deme. Sorsam hepiniz “Kalıcı şeyler üretmek istiyorum,” dersiniz ama elektrik gittiğinde buharlaşacak antin kuntin şeyleri iş diye yutturdunuz valla. Neymiş, yazılım okumuş! Neymiş, dijital ürün yöneticisiymiş.

Evrenin büyük bir kısmı karanlık madde ve karanlık enerji ile dolu, yani bildiğimiz ışık ve madde evrenin sadece küçük bir kısmını oluşturuyor. Lakin sen bütün yatırımını dijitale yapıyorsun. “Abi gelecek dijitalde,” diye ahkam kesiyorsun. Hayır, gelecek dijitalde değil. Gelecek taş tablette ve mağaralarda. Bugünden yarına bir direnenler kalır, bir de sağa sola resim çiziktirenler. Unutma bunu.

Unutmaman için de yarın sabah ilk iş dışarı çıkıp bunları önce taş tablete yazı, sonra da mağara duvarına resim olarak çekiyorum. İşte o kadar.

Ne Hikayeymiş Arkadaş

İşte yine buradayım; kalitenin adresi. ozeruzun.com… Başka sitelerde de yazıyorum ama aynı tadı vermiyor. İnsanın kendi sitesi gibisi yok valla başka sitelerde klavyem geri geri gidiyor, inanır mısın?

Gel şimdi, sana bi hikâye anlatayım. Homo sapiens sapiens; bildiğini bilen insan. Bildiğini biliyor ve bunu da hikayelerle bugüne dek aktarıyor. Varlığını bir bakıma buna borçlu, hikayesi olmayanlar ise ebediyen dünyadan silinip gidiyor. Hikâye çok kısaca böyle. Evet farkındayım, hikâyeyi çok da kısaltınca kuşa döndü ama artık zaten her kuşun da bir hikayesi var, hatta asıl hikaye de leylekte.

Hal böyle olunca da anlatılanların neredeyse tamamı birbirine benziyor ve çok uzun hikayeleri anlatmak için büyük bir bütçen yoksa kimse uzun uzadıya seni dinlemek için uğraşmıyor.  Özetleyip geçeceksin, napalım? İnsanlar buna rağbet ediyor.

Bir de şunlara bakıyor: Bir, işime yarıyor mu? İki, eğlendiriyor mu? Üç, beni bir arada olmak istediğim bir topluluğun parçası haline getiriyor mu? Hatta bu üçüncüyü en başa alabiliriz, bizi parçası olmak istediğimiz bir topluluğa yaklaştıracak hikayeler dinlemeyi en sevdiklerimiz. Olmadı bilgi versin ya da hiç olmadı eğlendirsin. Bu gibi ihtiyaçlarla hikayeler dilden dile yayılıyor. Yayılıyordu yani. Ta ki hikâyenin bokunun çıkmasına dek. En sonunda uçan kuştan, köşe başına açılan hamburgerciye, hediyelik eşya kutusundan vırt zırt antin kuntin her şeye bir hikâye uydurulduğu için hikâyenin de tadı kalmadı.

Hikâyenin tadı kalmayınca, hikâye anlatıcının cambazlığı marifet oldu. Halbuki ben hiç sevmem çok iyi anlatıcıları. Genelde en boş içeriğe sahip olanlar iyi anlatıcılığa sığınır. Nasıl olsa herkes dinliyor diye içerikten kıstıkça kısar, işin şovuna kaçar. Yeri gelir aşırı bütçeli civcivli filmiyle seni kitler, yeri gelir hipnotize eden gösterisiyle alçıya alır. Ne var ki en sonunda bir bakarsın, etrafında binlerce “Ya ne anlatsa dinlerim ben, yeter ki anlatsın,” diyen yarım akıllılar doluşmuş. O da anlatır da anlatır.

Bu da ne demek oluyor? Bugüne dek bize hikayesi olan insanların hikayesi ulaşmıştı ama bizden geleceğe hikâye anlatırken işin şovuna kaçan ibişlerin hikayesi kalacak. Bizler homo sapiens sapiens iken, gelecekte insanlık homo sapiens sapiens cambazius olarak anılacak. İşin cambazlığına kaçmadan söylemek istediklerim bu kadar. Artık işine gelirse…

Yok Sana İlgi Çekici Bir Başlık!

Hayır canım, ne alakası var! Ağlayarak günlüğüme yazmıyorum. Gözüme de bir şey kaçmadı. Gayet bilinçli ve sakin bir şekilde, sene olmuş 2024, ciddi ciddi blog yazıyorum. Twitter’da, yani şimdiki X’te, saçma sapan şeyler yazan kullanıcılar genelde “Burası benim mikro blog’um, istediğimi yazarım” savunması yapar, ama gerçek şu ki o site hiçbir zaman onların olmadı.

Dolayısıyla Twitter’da kimse istediğini yazmıyor. “Ne ilgi çeker? Ne daha çok rağbet görür?” diye girilen tünelin ucu sonunda bomboş bir yere çıktı. Arada gerçekten en samimi ifadelerle yazanlar varsa bile, ben artık inanmakta zorlanıyorum.

Uzun yazı okunmuyor, araya fotoğraf lazım. Boş ver, millet sadece fotoğraflara bakıyor. Fotoğraflar çok statik, hareketli görsel lazım. İnsanlar artık video izliyor; videonun başına ilginç bir şey koymak lazım, yoksa izlenmiyor. Bu şekilde algoritmaların peşinde koşanlar teletabilere, tüketenler ise zombilere döndü.

Ama ozeruzun.com öyle mi? Ohhh, burada rahatlık var be! Burası gerçekten benim sitem ve istediğimi yazarım! Eskiden olsa, şu blog daha okunaklı olsun diye araya bir iki fotoğraf koyardım, ama artık yok. Okumaya mecali olan, ilgisi ritalinle toparlanmış olan kalsın; gerisi gidebilir. Zaten gitmişlerdir bile. Burası benim salaş meyhanem, ben de huysuz meyhaneci.

Hakkımda “Abi, adam hiç yazdıklarına özenmiyor, okuyuculara sürekli laf sokuyor, yazıyı keyfi saatlerde giriyor, istemezse hiç girmiyor,” denilirse, ne âlâ! Bir süredir yüzeysel bilginin, az düşünülmüş çıkarımların müptelası oldunuz. Eğlence anlayışınız “çerezlik”, “güzel vakit geçirtiyor” düzeyine indi. Bu yüzden her türlü kötü muameleyi hak ediyorsunuz.

Şimdilik bu yazıyı bir uyarı olarak kabul edin diycem, ama tabii hiç ihtimal vermiyorum. İnanın, sizde en ufak bir umut ışığı görmüyorum. Neyse, o zaman ben de ChatGPT’ye bir kontrol ettireyim; tekrarlayan kelime, düşük cümle falan varsa düzelttireyim de görün siz.

Eee, salaş meyhane dedik ama o kadar da değil! Gerektiğinde salaşlığımızı teknolojiden istifade ederek yapacağız. Ona göre planınızı, programınızı yapın.